Publications without Fulltext

Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/20.500.14288/3

Browse

Search Results

Now showing 1 - 10 of 10
  • Placeholder
    Publication
    A sixteenth century autobiographical work: Arz-ı Hâl ü Sergüzeşt-i Gilanî
    (Mehmet Dursun Erdem, 2013) Department of Comparative Literature; Taşkın, Gülşah; Teaching Faculty; Department of Comparative Literature; College of Social Sciences and Humanities; 104767
    Not much is known about the life and works of the sixteenth century Persian poet Mahfî-i Gilanî. The existing pieces of information suggest that he entered the service of Sulaiman the Magnificent in Istanbul following the death of his previous patron, Ebu’l-Muzaffer Bahadır Khan. Ebu’l-Muzaffer Bahadır Khan was the ruler of Gilan for whom Mahfî had served as a poet and joined military campaigns. Mahfi is the author of Arz-ı Hal ü Sergüzeşt-i Gilanî, an autobiographical piece on the unfair conditions he witnessed under the rule of some administrators. He is also the translator of a medicine booklet titled Tercüme-i Bih-i Çinî. It is a well known fact that Suleiman and his administrators have been great patrons of poetry who endorsed poets both from inside and outside the Empire. This was especially the case for the Persian poets who were well-respected by the administrators and received a special treatment from the Sultan. However, despite Suleiman’s benevolent patronage to other poets, Mahfi has not found what he expected from his reign. In Arz-ı Hâl ü Sergüzeşt-i Gilanî, Mahfi acounts his experience of not being supported by his patrons in the way he anticipated. It might be fruitful to look at Mahfi’s work to ask questions about his unique experience as a neglected Persian poet and explore how he represented this experience through his work. Against the backdrop of these questions, I will first present the autobiographical work of Arz-ı Hâl ü Sergüzeşt-i Gilanî and locate it within the history and literature of the Ottoman Empire. I will then move on to some critical questions and suggestions about the classification of works like “Arz-ı hâl”, “Hasbihâl”, “Sergüzeştname” and locate Mahfi’s Arz-ı Hâl ü Sergüzeşt-i Gilanî within the framework of this body of literature. / Gilan (Geylan) hükümdarı Ebu’l-Muzaffer Bahadır Han’ın şairi olan ve onunla birçok sefere katılan Mahfî-i Gilanî, Muzaffer Han’ın ölümü üzerine İstanbul’a gelmiş ve Kanunî Sultan Süleyman’ın hizmetine girmiştir. Şairin; devlet büyükleri tarafından uğradığı haksızlıkları anlattığı Arz-ı Hal ü Sergüzeşt-i Gilanî adlı otobiyografik bir eseri ve Tercüme-i Bih-i Çinî adlı bir tıp risalesi tercümesi bulunmaktadır. Kendisi de usta bir şair olan Kanunî’nin ve çevresindeki birçok devlet adamının, şairlere destek oldukları ve büyük saygı gösterdikleri bilinmektedir. Sadece İmparatorluk sınırlarında yetişenlerin değil, dışarıdan gelen şairlerin de devlet adamları tarafından çoğu zaman aynı şekilde kabul gördüğü; özellikle de İran’dan gelen şairlere ayrı bir saygıyla yaklaşıldığı düşünüldüğünde, böyle bir ortamda her ne sebeple olursa olsun beklediği ilgiyi göremeyen bir şair neler yaşar, nasıl bir ruh hâli içindedir ve bu durumu eserlerine nasıl yansıtır gibi birçok soru akla gelecektir. Kanunî döneminde, alıştığı ve beklediği ilgiyi göremeyen İranlı bir şair olan Mahfî-i Gilanî ve hayatının belli bir döneminde İstanbul’da yaşadıklarını kendi bakış açısından anlattığı Arz-ı Hâl ü Sergüzeşt-i Gilanî adlı eseri bu anlamda ilgi çekicidir. Bu düşünceden hareketle bu makalede öncelikle Mahfî-i Gilanî’nin kaleme aldığı, Klasik Osmanlı edebiyatı ve Osmanlı tarihi açısından önemli ipuçları barındırdığı düşünülen Arz-ı Hâl ü Sergüzeşt-i Gilanî adlı otobiyografik eser tanıtılacaktır. Ardından bahsedilen eserden yola çıkılarak “Arz-ı hâl”, “Hasbihâl”, “Sergüzeştname” gibi adlarla anılan ve otobiyografik malzeme barındıran benzeri eserlerin sınıflandırılmasıyla ilgili bazı soru ve öneriler tartışmaya açılarak Arz-ı Hâl ü Sergüzeşt-i Gilanî’nin bu tür eserler arasındaki yeri sorgulanacaktır.
  • Placeholder
    Publication
    Reimagining the epic: historical and collective memory in Nâzım Hikmet and Pablo Neruda
    (Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, 2016) Department of Comparative Literature; Dolcerocca, Özen Nergis; Faculty Member; Department of Comparative Literature; College of Social Sciences and Humanities; 237469
    This article explores historical and collective memory in Nazim Hikmet’s Human Landscapes from My Country and Pablo Neruda’s Canto General, bringing these two books of poetry together in their pursuit of a new epic poetry in the aftermath of the Second World War. Hikmet’s Landscapes is a collection of poems in the form of a biographical dictionary that profiles ordinary people’s lives in an encyclopedic manner. The poem is an Account of the history of the twentieth century from the perspectives of multiple characters in Turkey. It presents an alternative history centered on the lives of ordinary people, bringing human experience into the center of the historical narrative that spans nearly half a century from 1908 to 1950, with a vast geographic sweep from villages of Anatolia to Europe and Moscow. In 1950, the year Hikmet completed Landscapes, Pablo Neruda published Canto General, meaning General Song, in Mexico City, another extensive and unorthodox artistic project driven by the ambition to tell all; it is a general/communal song, about an entire history of a continent and of the world. Despite many differences in their works, the poetry of Hikmet and Neruda carry significant parallels that deepens our understanding of the poetry of engagement in the twentieth century. In this article, I discuss the epic elements in Nâzım’s Human Landscapes in relation to its political function as a critical historical memory, and at the same time, by drawing parallels from Neruda’s work I aim to place Landscapes in an international literary perspective. In his pursuit of a new epic, Hikmet created a poetic masterpiece that recounts the history of people through multiple perspectives, bringing together the past, present and future around the destiny of millions of human beings. Pablo Neruda also pursued a similar desire to give expression to a wide landscape and collective populace of America and created Canto General to satisfy “the need for a new epic poetry”. This expression of necessity to turn to the epic genre reveals both poets’ ambition to capture the community in its totality. This paper shows that Neruda’s struggle echoes that of Hikmet who seeks to find a new voice that would revolutionize modern poetry in its embrace of the epic and to create a sweeping chronicle which spans time and space, history and geography to form a self-contained vision of a country and its people. /Öz: Bu makale Nâzım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları ve Pablo Neruda’nın Canto General eserlerinde tarihi ve toplumsal hafızayı incelemekte ve bu iki metni İkinci Dünya Savaşı sonrası yeni bir epik şiir arayışlarında bir araya getirmektedir. Hikmet’in Manzaralar’ı sıradan insanların hayatlarını ansiklopedik bir biçimde anlatan biyografik sözlük halinde bir şiir koleksiyonundan oluşur. Şiir yirminci yüzyıl tarihinin Türkiye’deki farklı izleyicilerin bakış açısından anlatılır. Eser merkezinde insan deneyiminin olduğu, 1908’den 1950’ye yarım yüzyılı ve Anadolu’dan Avrupa ve Moskova’ya geniş bir coğrafyayı kapsayan bir tarihsel anlatıdır. Hikmet’in Manzaralar’ı yazmayı bitirdiği yıl olan 1950’de Pablo Neruda ‘genel şarkılar’ anlamına gelen Canto General’i Meksika’da yayımlar. Bu, her şeyi anlatma arzusuyla yola çıkan geniş kapsamlı ve geleneklere aykırı bir eser; bir kıtanın ve dünyanın tüm tarihi üzerine genel ve toplumsal bir şarkıdır. Eserlerindeki pek çok farklılıklara rağmen, Hikmet ve Neruda’nın şiiri yirminci yüzyıl politik edebiyat anlayışını derinleştirecek önemli benzerlikler gösterir. Bu makale Nâzım Hikmet’in Manzaralar’ı üzerine odaklanarak, eserin epik unsurlarının eleştirel tarihi hafıza içindeki politik işlevini tartışacak. Çalışma aynı zamanda Hikmet ve Neruda’nın eseriyle benzerlikler çizerek Manzaralar’ı uluslararası edebiyat perspektifi içerisinde değerlendirecek. Yeni bir epik arayışı ile, Hikmet bir halkın tarihini farklı açılardan anlatan; geçmişi, şimdiyi ve geleceği milyonlarca insanın kaderinde bir araya getiren bir başyapıt yaratmıştır. Pablo Neruda da benzer bir arayışla Amerika kıtasının geniş manzarasına ve halk kitlelerine ses verecek Canto General’i “yeni bir epik şiir gerekliliği” üzerine yazmıştır. Epik türüne dönüşün her iki şair için de kaçınılmazlığı, ikisinin de toplumu bir bütün olarak yakalama tutkusunun bir sonucudur. Bu çalışma Neruda’nın edebi mücadelesinin Hikmet’inki ile nasıl birleştiğini; her ikisinin de modern şiiri kökten değiştirecek yeni bir ses bulmak amacıyla epiğe yöneldiğini; zaman ve mekanı, geniş bir tarih ve coğrafyayı birleştiren geniş kapsamlı bir tarih yazarak bir ülkenin ve insanlarının bir bütün halinde betimlediklerini gösterecek.
  • Placeholder
    Publication
    A hidden poet in the period of Suleiman the magnificent: Mahfî-i Gilani and his translation of bih-i çinî
    (Mehmet Dursun Erdem, 2012) Department of Comparative Literature; Taşkın, Gülşah; Teaching Faculty; Department of Comparative Literature; College of Social Sciences and Humanities; 104767
    We have little information about the life and works of the sixteenth century Persian poet Mahfî-i Gilanî. He was from Gilan and composed poetry under the patronage of Muzaffer Khan, the ruler of Gilan, with whom he also participated in campaigns. After Muzaffer Khan died, he escaped from Safavid’s cruelty and came to Istanbul where he entered Süleiman the Magnificent’s service. While he was living in Istanbul he wrote an Arz-ı Hal in which he narrated his life in Istanbul and complained about unfair manners of certain statemen. He also wrote a translation booklet about medicine titled Tercüme-i Bih-i Çinî. Bih-i Çinî had previously been translated into Turkish by Musluhiddin Sürurî who was a well known poet and commentator of Masnavi. This booklet was later translated from its original into Persian by Mahfî and presented to Muzaffer Khan. The same booklet in which bih-i çinî’s features are explained in detail was also translated in Turkish and presented to Süleiman the Magnificent. This article has two parts. The first part is about the life and works of Mahfî-i Gilanî. An analysis of Tercüme-i Bih-i Çinî will be given in the second part of the article. For the purpose of stimulating further research the full text of Bih-i Çinî with transcription is given at the end of the article. / Mahfî-i Gilanî Kanunî’nin Irakeyn Seferi sonrasında, Şah Tahmasb’ın zulmünden kaçarak Osmanlı’ya sığınan ve Farsçanın yanı sıra Türkçe eserler de kaleme almış İranlı bir şairdir. Kaynaklarda, on altıncı yüzyıl şairlerinden biri olan Mahfî-i Gilanî hakkında pek fazla bilgi bulunmamaktadır. Gilan (Geylan) hükümdarı Ebu’l-Muzaffer Bahadır Han’ın şairi olan ve onunla birçok sefere katılan Mahfî-i Gilanî, Muzaffer Han’ın ölümü üzerine İstanbul’a gelmiş ve Kanunî Sultan Süleyman’ın hizmetine girmiştir. Şairin; devlet büyükleri tarafından uğradığı haksızlıkları anlattığı Arz-ı Hal ü Sergüzeşt-i Gilanî adlı otobiyografik bir eseri ve Tercüme-i Bih-i Çinî adlı bir tıp risalesi tercümesi bulunmaktadır. Aslı Hintçe olan bu risaleyi Mahfî-i Gilanî önce Muzaffer Han için Farsçaya, ardından Kanunî için Türkçeye tercüme etmiştir. Ünlü Mesnevi şârihi Gelibolulu Musluhiddin Sürurî tarafından da Türkçeye tercüme edildiği bilinen bu eserde bih-i çinînin özellikleri, hangi hastalıklara iyi geldiği ve bih-i çinî terkibinin nasıl uygulanacağı ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. Bir tıp risalesi olmasına rağmen yer yer edebî bir eserin özelliklerini de taşıyan Bih-i Çinî, Osmanlı’da ilim ve edebiyatın her zaman için kesin çizgilerle ayrılmadığını da gösteren bir örnektir. İki bölümden oluşan bu makalenin ilk bölümünde, Farsçanın yanı sıra Türkçe eserler de vermiş İranlı bir şair olan Mahfî-i Gilanî’nin hayatı ve eserleri hakkında bilgi verilecek, ikinci bölümde ise yukarıda sözü edilen tıp risalesi incelenecektir. Makalenin sonunda araştırmacılara kaynak olması açısından eserin transkripsiyonlu metni verilmiştir.
  • Placeholder
    Publication
    Çorlulu Zarifî’nin Râhatü’l-Ervâh’inda aşk Ve aşık: “mihr ü mahabbet ve ışk u meveddet beyânındadur
    (Mehmet Dursun Erdem, 2010) Department of Comparative Literature; Taşkın, Gülşah; Teaching Faculty; Department of Comparative Literature; College of Social Sciences and Humanities; 104767
    Love has been one of the main sources of the creativity for poets and it has been located in a central place in many literary traditions. Classical Ottoman literature has been a primary literary tradition among the others that have always perceived love -either secular or divine- as a central subject. In this article, the last part of Râhatü’l-ervâh by Çorlulu Zarifî (Zarifi from Çorlu), who is a Classical Ottoman poet of the sixteenth century, is examined. The last part of his work, the theme of which is love, is analyzed and through this analysis the poet’s understanding of “love” and his thoughts on “lover” are interpreted. / Aşk, her dönemde edebiyatçıların, özellikle de şairlerin yaratıcılıklarını besleyen en önemli kaynaklardan biri olmuş ve birçok edebî geleneğin merkezinde konumlandırılmıştır. İster beşerî, ister ilahî olsun aşkı, her zaman edebiyatın merkezine koyan edebî geleneklerin başında Klasik Osmanlı edebiyatı gelir. Bu makalede de, on altıncı yüzyıl Klasik Osmanlı şairlerinden biri olan Çorlulu Zarifî’nin, Râhatü’l-ervâh adlı eserinin aşka ayrılmış son bölümü incelenecek ve bu bölüm üzerinden şairin aşk anlayışı ve âşıkla ilgili düşünceleri değerlendirilecektir.
  • Placeholder
    Publication
    The permanent ‘mousafir’: memory and identity in marcel cohen’s in search of a lost ladino
    (Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2020) Department of Comparative Literature; Dolcerocca, Özen Nergis; Faculty Member; Department of Comparative Literature; College of Social Sciences and Humanities; 237469
    This article focuses on French author Marcel Cohen’s In Search of Lost Ladino, written in Ladino published in 1985 in Madrid, and analyzes questions of memory and ethnic identity in the work with a deconstructive approach. Lost Ladino brings together questions of exile, multi-lingualism, minority status, assimilation and uprooting, while exploring Sephardic collective identity within its larger historical context, from the 1492 expulsion from Spain, to the rise and fall of Ottoman Empire and to contemporary France. Cohen’s central concern in writing Lost Ladino is to reconstruct the lost world of Sephardic community. He does so by using an almost inaccessible childhood language; by giving accounts of Sephardic customs and cultural history; by incorporating the heritage of Ladino poetry and songs, and by acts of recollection and imagination. By rereading the text through deconstructive analysis, this article argues that it offers more than a conventional diaspora narrative. Linguistic and textual gaps, slips, ambivalences and inconsistencies point to a central conflict in the narration, between imagining home as a securely enclosed and fixed entity and acknowledging its destabilized version grounded in the recognition that unity is transitory. The dialogic nature of the text challenges Cohen’s emphasis on loss and dissociation and uncovers its potential to imagine other configurations of belonging. / Bu çalışma Fransız yazar Marcel Cohen’in 1985 yılında Madrid’te Ladino dilinde yayınlanan Kayıp Bir Ladino'nun İzinde adlı eserindeki bellek ve kimlik öğelerinin yapıbozumcu bir yaklaşımla inceler. Cohen’in metni Sefarad Yahudilerinin kolektif kimliğini 1492'de İspanya'dan sürülmelerinden Osmanlı İmparatorluğu'nun yükselişi ve düşüşüne, oradan günümüz Fransa'sına uzanan geniş bir tarihsel bağlam içinde ele alırken, sürgün, çokdillilik, azınlık statüsü, asimilasyon ve yerinden edilme gibi soruları da bir araya getirir. Cohen'in Kayıp Ladino'yu yazmaktaki temel kaygısı, Sefarad toplumunun kayıp dünyasını yeniden inşa etmektir. Bunu, çocukluğunda kalan ve neredeyse ulaşılmaz Ladino dilini kullanarak, Sefarad gelenekleri ve kültürel tarihinden bahsederek, araya Ladino şiir ve şarkıları ekleyerek, anımsayarak ve hayal ederek yapar. Bu çalışma yapıbozumcu eksende metni yeniden değerlendirerek, metnin geleneksel bir diyaspora anlatısının yapacağından daha fazlasını sunduğunu savunur. Dilbilimsel ve metinsel boşluklar, sürçmeler, kararsızlıklar ve tutarsızlıklar anlatıda merkezî bir çatışmaya işaret eder. Bu çatışma, yuvayı etrafı güvenli bir şekilde çevrilmiş ve sabit bir mevcudiyet olarak hayal etmek ile, onun aslında istikrarsızlaşmış ve sarsılmış doğasını, ve ona kavuşmanın geçiciliğini kabul etmek arasındadır. Metnin söyleşimsel (dialogic) doğası, Cohen'in köklerin ve yuvanın kaybına ve çözülmesine yaptığı vurguya meydan okur, belleğin ve benliğin farklı konfigürasyonlarını hayal eder.
  • Placeholder
    Publication
    Theorizing symbolism: Adorno on George and Hofmannsthal
    (Dokuz Eylül Üniversitesi, 2021) Department of Comparative Literature; Reisoğlu, Mert Bahadır; Faculty Member; Department of Comparative Literature; College of Social Sciences and Humanities; 272108
    In this article, I analyze Theodor Adorno’s essay “The George-Hofmannsthal Correspondence” to investigate the relationship between the sociology of literature and aesthetic theory in Adorno’s works. While Stefan George’s poetry holds a significant place in Adorno’s philosophy, his essay on the correspondence differs from his other works on symbolism such as “On Lyric Poetry and Society,” since it places heavy emphasis on the sociological analysis of the social and political positions of Stefan George and Hugo von Hofmannsthal. As such, “The George-Hofmannsthal Correspondence” displays the way in which Adorno abstracts his later theoretical framework in Aesthetic Theory from the work and life of the two symbolist poets. The essay’s oscillation between sociology and aesthetic theory, I argue, illuminates Adorno’s complex methodology in its entanglement of social critique and aesthetic autonomy. / Bu makalede Theodor Adorno’nun “George-Hofmannsthal Mektuplaşması” denemesi incelenmekte ve Adorno’nun yapıtlarında edebiyat sosyolojisi ile estetik kuram arasındaki bağlantı ele alınmaktadır. Stefan George’nin şiirleri Adorno’nun felsefesinde önemli bir yer tutmaktadır, fakat bu mektuplaşmalara dair denemesinde “Lirik Şiir ve Toplum Üzerine” gibi sembolizm hakkındaki diğer çalışmalarından farklı olarak Stefan George ve Hugo von Hofmannsthal’ın toplumsal ve politik konumlarının sosyolojik analizine ağırlık vermektedir. Bu nedenle “GeorgeHofmannsthal Mektuplaşmaları” Adorno’nun daha sonra Estetik Kuram’da ortaya koyduğu kuramsal çerçeveyi nasıl iki sembolist şairin eserleri ve hayatlarından soyutlayarak biçimlendirdiğini ortaya koymakta, Adorno’nun sosyal eleştiri ve estetik otonominin iç içe geçtiği metodolojisini aydınlatmaktadır.
  • Placeholder
    Publication
    Frontier Orientalism and the Turkish image in Central European literature
    (Istanbul Univ, 2021) Department of Comparative Literature; Arslan, Ceylan Ceyhun; Faculty Member; Department of Comparative Literature; College of Social Sciences and Humanities; 280297
    Frontier Orientalism and the Turkish Image in Central European Literature by Charles D. Sabatos traces the image of the Turk in works of Central European literatures that were written in different languages such as Czech, Slovak, and German from the early modern period to the present day. Sabatos employs the concept of “frontier Orientalism” to trace “[t]he evolution of the Turkish image from a historic threat to a mythical figure” and notes that this evolution played a key role in “the complex construction of modern European identities” (xii). The book is pertinent not only for specialists of Central European literatures but also for historians who work on sources that display complex transcultural relationships such as travel writings. Sabatos’s focus on the Central Europe contests much of the scholarly assumptions on the West that have often shaped earlier works on travel writing in Ottoman and Turkish studies. In particular, Frontier Orientalism demonstrates how current works on Orientalism sometimes generate a simplistic “West vs. Rest” dichotomy. Furthermore, Sabatos’s work provides crucial remarks about the discipline of history as his work builds upon literary critics such as Hayden White who have reflected on the nature of history writing. After providing a brief summary of the book and discussing its contributions to diverse disciplines, this review will end with new avenues of research that Sabatos’s book opens up and other researchers can further explore in depth.
  • Placeholder
    Publication
    Kalkandelenli Mu'îdî'nin Gül ü Nevrûz'u
    (Divan Edebiyatı Vakfı, 2014) Department of Comparative Literature; Taşkın, Gülşah; Teaching Faculty; Department of Comparative Literature; College of Social Sciences and Humanities; 104767
    The fourteenth century Persian poet Celaleddin Tabib wrote Gül ü Nevruz mathnawi for the first time. Only a few poets have written this story in our literature. The first example of the stories belongs to Lutfi, the fifteenth century Turkish poet who wrote his poems in Chagatai Turkish in Turkish Literature. Kalkandelenli Mu idi (16th century), Muhibbi (16th century), Abdi (16th century) and Sabir Mehmet Parsa (17th century) are the poets who write Gül ü Nevruz in Anatolian Turkish. of these names, Muhibbi, Abdi and Sabir s works came to light, and several studies have been done on their texts. According to the modern sources providing information about Mu idi, none of the copies of Gül ü Nevruz written by him is registered in library records. However, a new copy has been found recently. This mathnawi was written by Mu idi in 942/1535 to present to Suleiman the Magnificent, and it was the earliest Gül ü Nevruz written in Anatolian Turkish; for this reason, it has an important place in the history of Turkish literature. Another feature of Gül ü Nevruz is that it contains information which is not covered in the sources about Mu idi s life. In this article we will first introduce the new copy of Mu idi s Gül ü Nevruz and then we will give information about this mathnawi s form and content. / İlk defa İranlı şair Celâleddin Tabîbin kaleme aldığı Gül ü Nevrûz hikâyesi edebiyatımızda sadece birkaç şair tarafından işlenmiştir. Türk edebiyatının Anadolu sahası dışındaki ilk Gül ü Nevrûz örneği Çağatay Türkçesi ile eserler veren Mevlânâ Lutfîye aittir. Kalkandelenli Mu îdî (16. yy), Muhibbî Mehmet Efendi (16. yy.), Abdî (16. yy.) ve Sâbir Mehmet Pârsâ (17. yy.) Anadolu Türkçesi ile Gül ü Nevrûz yazan şairlerdir. Bu isimlerden Muhibbî, Abdî ve Sâbirin Gül ü Nevrûzları gün ışığına çıkmış ve metinleri üzerine çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Günümüz kaynaklarında Mu îdîye ait Gül ü Nevrûzun kütüphanelerde kayıtlı olmadığı bilgisi verilmektedir. Fakat adı geçen eserin son dönemlerde bir nüshası ortaya çıkmıştır. Mu îdînin 942/1535 tarihinde Kanunî Sultan Süleymana sunmak üzere kaleme aldığı bu mesnevi Anadolu Türkçesi ile yazılan en eski Gül ü Nevrûz olmasının yanı sıra Mu îdî hakkında bazı yeni bilgileri içermesi nedeniyle de ayrı bir öneme sahiptir. Bu makalede Mu îdînin eserinin yeni bulunan nüshası tanıtılacak ve Gül ü Nevrûz hakkında bilgi verilecektir.
  • Placeholder
    Publication
    Reading's motions: from Robertson's nilling to Derrida's sovereignties
    (Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2017) Department of Comparative Literature; Ergin, Meliz; Faculty Member; Department of Comparative Literature; College of Social Sciences and Humanities; 101428
    This essay examines the movement set in motion by reading to formulate the act of reading as an experience that transforms both the identity of the reader and the significations gathered in a text. I first focus on the Canadian poet-essayist Lisa Robertson’s Nilling: prose (2012) to discuss “where” we go when we read and what happens to readerly identity during the act of reading. I then turn to Derrida’s work to study the implications that reading’s motions have on the rapport between text and reader. I argue that both Robertson and Derrida highlight the importance of reading in initiating a dialogue/pact between text and reader. They formulate an ethics of reading through an analysis of this pact, which foregrounds the dialogic nature of thinking and being. The pact between reader and text, self and alterity, is mutually binding and keeps them both suspended, postponing any closure of meaning. I furthermore demonstrate that Robertson and Derrida define reading by practicing it. As Robertson defines it, by staging a reading of Hannah Arendt and Pauline Réage, and as Derrida defines it by reading Paul Celan, they become enfolded in a multi-referential reading community. They place emphasis on the vitality of multiple, often illegible, agencies at work in textual encounters, and assert that readerly identity and textual meaning find the source of their creative potential in this illegibility. The essay develops a poetic-philosophical approach to theories of reading, and contributes to the existing scholarship on theories on authorship/readership and textual interpretation. /Öz: Bu makalenin amacı, okuma eyleminin ortaya koyduğu devinimi irdelemek ve bununla ilişkili olarak okuma eylemini hem okuyucunun kimliğini hem de metnin anlamını dönüştüren bir tecrübe olarak tanımlamaktır. Öncelikle Kanada’lı şair-denemeci Lisa Robertson’ın Nilling: prose (2012) başlıklı eserinden yola çıkarak okuma esnasında “nereye” gittiğimizi ve okuyucunun kimliğine ne olduğunu tartışacağım. Daha sonra Derrida’nin eserlerine yoğunlaşarak okumanın deviniminin metin-okuyucu arasındaki ilişkiyi nasıl etkilediğini analiz edeceğim. Robertson ve Derrida okuma eyleminin okuyucu ve metin arasında bir anlaşma/diyalog başlattığını öne sürerler. Ayrıca düşünme ve varolmanın diyalojik yönünü vurgulayan bu anlaşmayı analiz ederek bir okuma etiği ortaya koyarlar. Metin-okuyucu, öz-başkalık arasındaki bu anlaşmanın iki tarafı da askıda tutan ve anlamın kapanmasını erteleyen, karşılıklı bağlayıcı bir diyalog olduğunu göstereceğim. Buna ek olarak, Robertson ve Derrida’nın okuma eylemini, onu pratik ederek tanımladığını ileri süreceğim. Robertson Hannah Arendt ve Pauline Réage’yi okuyarak, Derrida Paul Celan’ı okuyarak çok referanslı bir okur topluluğunun parçası olurlar, ve bu sayede okumanın nasıl tanımlanabileceğini birer okuyucu olarak gösterirler. Metinsel karşılaşmalarda çoğul ve okunaksız öznelliklerin varlığına dikkat çekerek, okuyucu kimliğinin ve metinsel anlamın yaratıcı potansiyelinin bu okunaksızlıktan ileri geldiğini savunurlar. Bu makale, okuma teorilerine şiirsel-felsefi bir yaklaşım sergileyerek, yazarlık/okurluk ve metinsel analiz çalışmalarına katkı yapmaktadır.
  • Placeholder
    Publication
    Ecocritical approaches to literature: ecopoetry and Elif Sofya
    (Selçuk Üniversitesi, 2016) Department of Comparative Literature; Department of Comparative Literature; Dolcerocca, Özen Nergis; Ergin, Meliz; Faculty Member; Faculty Member; Department of Comparative Literature; College of Social Sciences and Humanities; College of Social Sciences and Humanities; 237469; 101428
    The goal of this study is to shed light on the field of ecocriticism, which studies the relationship between literature and the environment, and to emphasize its importance for contemporary Turkish literature. First, we will discuss how ecocriticism emerged as a field in the 1990s and explain the different areas of study it includes. We will then elaborate on the similarities and differences between econarratives and nature writing in order to underscore the scope and the purpose of the ecocritical approach. In the final two parts of our essay, we will particularly focus on ecopoetry and the tradition of ecopoetics, and offer a reading of the contemporary poet Elif Sofya's work, Dik Âlâ, from an ecopoetic perspective. We will conclude the article by stressing the increasing importance of ecocriticism around the world and calling attention to the need for ecological readings of Turkish literature. / Öz: Bu çalışmanın amacı edebiyat ve çevre ilişkisini öne çıkaran ekoeleştiri alanına ışık tutmak ve bu alanın çağdaş Türk edebiyatı için önemini irdelemektir. Öncelikle ekoeleştiri alanının 1990'lı yıllarda akademide nasıl ortaya çıktığına ve ne tür çalışmaları kapsadığına değinilecek. Daha sonra bu çalışma alanının amacını ve kapsamını vurgulamak için eleştirel bir gözle yazılan ekoyazın ile doğa yazını arasındaki benzerlikler ve farklılıklar incelenecek. Çalışmanın son iki bölümünde ekopoetika geleneğinden ve ona bağlı ortaya çıkan yeni ekoşiir örneklerinden bahsedilerek, çağdaş şair Elif Sofya'nın Dik Âlâ başlıklı eserinin bu mercekten bir okuması sunulacak. Makale bu alanın ülkemizde ve dünyada artmakta olan önemini vurgulayarak ve Türk edebiyatında ekolojik okumalara duyulan ihtiyaca dikkat çekerek sonuçlandırılacak.